prof-dr-adem-apak-yazıları

Prof. Dr. Adem APAK

Hz. Peygamber’in (sav) Mısırlı Eşi

Güney Mısır’ın Hafn adı verilen köyünde dünyaya geldi. Babası Şem’un, ülkenin yerli halkı olan Kıptîlerdendir. Annesinin ise Rum asıllı bir Hıristiyan olduğu zikredilir.[1] Mâriye (rah), Hz. Peygamber’in (sav) Hicretin 7. Yılında çevre ülke hükümdarlarına İslâm’a davet mektubu göndermesi neticesinde Mısır Mukavkısı Cüreyc b. Minâ tarafından Hz. Peygamber’e (sav) hediye olarak takdim edilmiş, daha sonra da Allah Rasûlü’nün (sav) hanımları arasına dahil olmuştur.

Hz. Peygamber (sav) Mekke müşrikleriyle akdedilen Hudeybiye Barış Antlaşması’nın imzalanmasının hemen ardından Arap Yarımadası’nda bulunan kabilelere, bunun ardından da komşu devletlere İslâm’a davet mektupları göndermeye başladı. Bu kabilden olarak sahâbeden Hz. Hâtıb b. Ebû Beltea’yı (ra) da aşağıdaki davet mektubuyla Mısır Mukavkısı Cüreyc b. Mînâ’ya gönderdi:

“Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla! Allah’ın kulu ve elçisi Muhammed’den, Kıptîlerin büyük başkanı Mukavkıs’a: Allah’ın selamı hakikat yolundan gidenlerin üzerine olsun! Ben sana İslâm’ın daveti ile sesleniyorum. Şayet İslâm’ı kabul edersen esenliğe ulaşırsın ve Allah seni iki kez sevapla ödüllendirir; ama bundan kaçınırsan tüm Kıptîlerin günahını da sen üstlenmiş olursun.

Ey kendilerine Kutsal Kitap verilenler! Gelin sizinle bizim aramızda ortak olan bir kelime üzerinde, “Allah’tan başkasına kulluk etmemek, ona hiçbir şeyi ortak koşmamak ve aramızda Allah’tan başka kimseyi Efendi olarak kabul etmemek konusunda” birleşelim. Artık yüz çevirip bundan kaçınacak olurlarsa şöyle deyiniz: “Siz şahit olun ki bizler kesinlikle (Allah’a) teslim olmuş Müslümanlarız”.

Mektubun okunması tamamlanınca Mukavkıs, Allah Rasûlü’nün (sav) elçisi Hâtıb’a (ra) bazı sorular sordu: “O gerçekten peygamberse, kendisini öz yurdundan çıkarıp başka bir yere sı­ğınmak zorunda bırakan kavmine neden beddua etmedi?”. Elçinin bu suale verdiği cevaplar gerçekten ikna ediciydi. Mukavkıs, bunun üzerine şu itirafta bulundu: “Ben İsa’dan sonra bir peygamber daha gönderileceğini biliyordum. Fakat onun Şam’dan çıkacağını sanıyordum. Çünkü daha önceki peygamberler hep oradan çıkmıştı. Bununla beraber son peygamberin sertlik, darlık ve yoksulluk ülkesi olan Arabistan’dan çıkacağını da yine kitaplarda okumuştum. Bizim vasfını Al­lah’ın Kitabı’nda yazılı bulduğumuz son peygamberin gönderilme vakti, işte tam bu zamandır. Biz onun vasfını, ‘İki kız kardeşi bir nikâh altında birleştirmez. Hediyeyi ka­bul eder, sadakayı kabul etmez, fakirlerle oturup kalkar’ diye de kitaplarda yazı­lı bulmuştuk. Evet o Peygamber ülkelere hâkim olacak. Kendisinden sonra ar­kadaşları buralara kadar gelip fethedecekler. Bunları açıkça biliyorum. Fakat ona uy­mak hususunda halkım beni dinlemez. Ayrıca ben de saltanatımdan ayrılmayı da göze alamam. Zira bu hususta çok hırslıyım. Ben halkıma bundan ne bir kelime bahsederim, ne de bu konuşmamı onlara bildiririm.” Mukavkıs, davete olumsuz cevap vermekle birlikte Hz. Peygamber’in (sav) elçisi Hâtıb’a (ra) ün yüksek düzeyde ikramda bulundu. Onu beş gün sarayında misafir etti. Güzel bir şekilde ağırladı. Dönüş yolunda Peygamberimize (sav) hitaben bir mektup yazdı. Aslı günümüze kadar ulaşabilmiş bulunan cevabî mektubunda kral, daveti nazik bir dille reddetmiş, bununla birlikte iki cariye, bir elbise ve bir katırdan oluşan hediyeler gönderdiğini ifade etmiştir. Mısır’da gelen cariyelerden birisi de Allah Rasûlü’nün (sav) son çocuğu İbrahim’in annesi Mısırlı Mâriye’dir.[2] Mâriye’yle  (rah) birlikte kız kardeşi Sirin de gönderilmişti. Allah Rasûlü (sav) gelen cariyelerden Mâriye’yi (rah) kendisine alırken, Sirin’i de şairi Hz. Hassân b. Sabit’e (ra) hediye etmiştir.[3]

Hz. Hatice (rah) dışında hiçbir hanımından çocuğu olmayan Allah Rasûlü’nün (sav) Hicretin 8. Yılının Zilhicce ayında (Nisan 630) Mâriye’den (rah) İbrahim adında bir oğlu dünyaya geldi. Rasûl-i Ekrem’i (sav) ziyadesiyle memnun eden bu doğum aynı zamanda Mâriye’nin (rah) de ümmüveled statüsüne geçerek hürriyetini kazanmasına vesile oldu. Oğlunun doğumu kendisine Ebû Râfi (ra) tarafından müjdelendiğinde, Hz. Peygamber (sav) ona bir köle hediye etmiştir. Çocuk, Medine civarında yaşayan sütanneye verildi. Rasûlüllah (sav) o eve sık sık oğlunu görmeye gi­derdi. Sahâbeden Hz. Enes b. Mâlik (ra) bu konuda şöyle der: “Aile efradına karşı Pey­gamber’den (sav) daha müşfik olan hiç kimseyi görmedim. Oğlu İbrahim’in Medine’nin kenar mahallerinde oturan bir sütannesi vardı. Sütan­nenin kocası bir demirci idi. Beraberinde biz de olduğumuz halde oraya gi­derdi. Varınca demircinin dumanlanmış evine girer, çocuğu kucaklar, öper koklar ve bir müddet sonra da geri dönerdi: Bunu yaptığı zaman da kendisi Arap Yarımadası’nın hemen tamamını kaplayan ve Bizans İmparatorluğu’nun güney sınırlarına uzanan Medine devletinin tartışmasız yöneticisiydi”.[4]

İbrahim, çocuk yaşında sütannesinin evinde vefat et­ti. Onun ömrüyle ilgili olarak değişik rivayetler vardır. Bazıları vefatında 15 aylık olduğunu, bazıları 2.5 aylık ve diğerleri 1 yıl 10 aylık olduğunu söylerler. Hz. Âişe’nin (rah) rivayetine göre İbrahim 17 veya 18 ay yaşamış, vefat edince de Cennetü’l-Bakî’ye defnedilmiştir. İbrahim’in doğumu Hz. Peygamber’i (sav) memnun ettiği gibi, vefatı da aynı derecede üzmüştür. Öyle ki onu toprağa verdikten sonra göz yaşlarını tutamamıştır. Sahâbîler kendisini teselli ettiler. Ardından da başkalarına üzüntülerini azaltmalarını öğütlediğini, ama kendisinin niçin bu şekilde ağladığını sordular. Bunun üzerine Hz. Peygam­ber (sav) şöyle buyurmuştur: “Ben feryat figan ağlamayı ve ölünün aşırı övülmesini yasak­ladım. Sizin bende gördüğünüz ancak sevgi eseridir ve kalpteki merhamettir; merhamet etmeyene merhamet edilmez. Çocuğumuz için üzülüyo­ruz, gözler yaşla doluyor ve kalp içe doğru ka­barmaktadır, yine de Rabbimizi üzecek hiçbir şey söylemeyiz. İbrahim, eğer bu, her­kes tarafından takip edilecek yol olmasaydı ve en sonuncumuz ilk gidenimize kavuşacak olmasaydı, senin için bundan daha fazla üzülürdüm”.[5]  Allah Rasûlü (sav) bunun ardından da vefat eden oğlu hakkında şöyle buyurmuştur: “İbrahim, benim oğlumdur. O, memede iken öldü. Onun iki tane süt annesi vardır. Süt müddetini Cennet’te tamamlayacaktır.[6]

Genç, aynı zamanda güzel bir hanım olan Mâriye’nin (rah)  kısa süre sonra Hz. Peygamber’e (sav) bir erkek çocuğu vermesi, Allah Rasûlü’nün (sav) de Mâriye’ye (rah) daha çok ilgi göstermesi başta Hz. Âişe (r.anha) olmak üzere diğer hanımlarının kıskanmalarına sebep olmuştur. Nitekim Hz. Âişe (rah), Mâriye’yi (rah) kıskandığını şu sözleriyle itiraf eder: “Mâriye’yi hiçbir kadından daha fazla kıskanmadım. Kıvırcık saçlıydı. Allah elçisi onu beğenmişti. Geldiği zaman Hz. Peygamber (sav) onu Ensârdan Hârise b. Numan’ın (ra) evine yerleştirmişti. Böylece o, benim komşum olmuştu. Rasûlüllah (sav), bütün gün boyunca onun yanında kalıyordu. Ben bu durumdan acizlenip şikayete başlayınca onu Medine’nin Âliye denilen yukarı mahallesine taşıdı. Ancak burada da onun yanına sık gidip geliyordu. Daha sonra da Allah ona bir çocuk verdi, halbuki bizi bundan mahrum bırakmıştı”.[7]

Hanımlarının Mısırlı eşini kıskanmalarından ve bunu açıkça belli etmelerinden oldukça rahatsız olan Allah Rasûlü (sav), hanımlarına kendine Mâriye’yi (rah) haram kıldığını bildirmiştir. Bunun üzerine eşlerini memnun etmek için Allah’ın kendisine helâl kıldığını kendisine haram kılmasını doğru bulmayan âyetler nazil olmuştur.[8] Bu âyetlerin Hz. Peygamber’in (sav) diğer eşi Zeyneb bint Cahş’ın (rah) evinde bal şerbeti içmesinin kıskanan hanımlarına balı kendisine haram kıldığını söylemesi üzerine indiği de kaydedilir.[9]

Mâriye (rah), Hicretin 16 yılının Muharrem ayında Medine’de vefat etti. Cenaze namazı halîfe Hz. Ömer (ra) tarafından kıldırıldıktan sonra Bakî mezarlığına defnedildi.[10] Hanımı Mâriye (rah)) sebebiyle Mısırlıları kendisine akraba kabul eden Rasûl-i Ekrem (sav), ashâbına ileride Mısır’ın fethedileceği zaman bölge halkına iyi davranılmasını tavsiye etmiştir. “Siz muhakkak Mısır’ı fethedeceksiniz.  Orasını fethettiğiniz zaman ahâlisine iyi muamelede bulu­nun. Çünkü onların bir zimmet ve rahim (hakk)’ı vardır, yahut bir zim­met ve sıhriyeti vardır”.[11]

Allah Rasûlü’nün (sav) bu sözü Müslümanların Mısır halkına şefkatle muamele etmelerine sebep olan etkenlerden birisi olmuştur.  Hz. Ömer (ra) de, Müslümanlarla savaşıp esir edildikten sonra Mısır fatihi Amr b. el-Âs (ra) tarafından Medine’ye gönderilen Mısır’ın Bilhit ve Sultays halkına esir muamelesi yapmayarak, onları memleketlerine geri göndermiş ve kendilerini zimmî statüsünde saymıştır.[12] Halîfenin bu davranışı, muhtemelen onların Rasûlüllah (sav) ile akraba sayılmalarından kaynaklanmıştır, denilebilir. Bu tasarrufuyla Hz. Ömer (ra), Müslümanlarla savaşan ve mağlup olan Mısırlıları esir, onların topraklarını da ganimet olarak kabul etmediğini göstermiştir. Ayrıca halîfenin emriyle Mısır fatihi Amr b. el-Âs’ın (ra) Mâriye’nin (rah) soyu olan Kıptîlere yakın davranması, onlarında Mısır’ın yeni sahiplerine yakın davranmaları sonucunu getirmiş, onlar da buna mukabil Müslümanlara mukavemet göstermedikleri gibi, üstelik ülkeyi istila altında tutan Rumlara karşı Müslüman fatihlere yardımcı olmuşlar, dolaylı bir şekilde Mısır’ın fethine mühim katkı sağlamışlardır. Bu sebeple Mısır’ın Müslümanlar tarafından fethinde Kıptîlerin paylarını unutmamak gerekir.[13]

Hz. Peygamber’in (sav) bu tavsiyesi daha sonra da etkinliğini sürdürmüştür.  Belâzürî’nin rivayetine göre, Hz. Hüseyin (ra) veya oğlu Ali b. Hüseyin (ra) Muâviye’den Rasûlüllah’ın (sav) oğlu İbrahim’in annesinin Mısır’daki köy halkının cizyesinin kaldırılmasını rica edince Muâviye bu köyün cizyesini kaldırmıştır.[14]

 

[1]     Hamidullah, Muhammed İslâm Peygamberi, II, 691.

[2]     İbn Sa’d, I, 260; İbn Abdilberr, I, 315.

[3]     İbn Abdilberr, I, 325; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, II, 7.

[4]     Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe 63.

[5]     Buhârî, Cenâiz 32

[6]     Müslim, Fedailü’s-Sahâbe, 15).

[7]     İbn Hacer, IV, 391.

[8]     Tahrîm, 66/1-2

[9]     Buhârî, Tefsir 66).

[10]    İbn Sa’d, VIII, 216

[11]    Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 227

[12]    Belâzurî, Futûhu’l-Buldân, s. 303

[13]    Bk. Apak, Âdem, İslâm Siyaset Geleneğinde Amr b. el-Âs, s. 84-115.

[14]    Belâzurî, Futûhu’l-Buldân, s. 307. Ayrıca bk. Ayşe Abdurrahman, Terâcimü Seyyidâti Beyti’n-Nübüvve, Kahire ts. s. s. 396-410; Uraler, Aynur, “Mâriye”, DİA, XXVIII, 63-64.

 

  • PAYLAŞ