İnanç

İnanç kelimesi hem günlük hayatta hem de dinî alanda çok sık karşımıza çıkan kavramlardandır. Günlük hayatta inanç, ‘gönülden bağlı olmak’, ‘güvenmek’, ‘itimat etmek’ ve ‘samimiyet’ anlamlarında kullanılır. Bu anlamıyla daha çok kişiler arası ilişkilerde gündeme gelir. Karşılaşılan kişinin doğru ve dürüst olduğuna inanmak, bir arada bulunulan insanlardan zarar gelmeyeceğine dair güven duymak, muhatabın samimi olduğuna kani olmak böyle bir inançtır. Bu anlamda inanç, başta aile içi ilişkiler olmak üzere tüm kişiler arası ilişkilerde belirleyicidir. Çünkü bu inanç, fertler arasında karşılıklı güven duygusu meydana getirir.  İnsanlar bu inanç sayesinde birbiri ile rahat ilişki kurarlar. Yine bununla toplum içinde huzur ve sükûnun temini mümkün olur. Olmadığı yerde ise, güvenin yerini tedirginlik alır, toplum içinde rahatsızlık veren bir atmosfer oluşur; huzur ve sükûn havası bozulur.

Dinî anlamda inanç ise, yukarıdaki günlük kullanımından bağımsız değildir. Buradaki anlamında da ‘sevgi’, ‘güven’ ve ‘samimiyet’ ön plana çıkar. İslâm söz konusu olduğunda inanç (itikat), insanın yaratıcısı olan Allah’ı sevmesi, O’na güvenmesi ve aynı zamanda O’na karşı samimi olması anlamına gelir. Öyleyse dinî anlamda inancın üç boyutu vardır: Sevgi, güven ve samimiyet.

Allah’ı sevmek, O’ndan hoşnut olmak ve O’nun hoşnutluğunu kazanmak demektir. Eskilerin deyimiyle bu Allah’ın rızasına ermeye çalışmaktır. Bunu sufîler, rıza makamı olarak tesmiye ederler. Allah sevgisi, elçisi olan Hz. Muhammed sevgisi ile birlikte olmalı, ve hatta insanlara olan sevgi de buna iştirak etmelidir. Hz. Peygamber’in şu hadîsinde bu hal çok güzel bir şekilde ifade edilir: “Kimde şu üç özellik bulunursa o sayede imanın tadına varır: Allah ve O’nun Peygamberini her şeyden daha çok sevmek, bir kimseyi ancak Allah için sevmek, Allah kendisini kurtarmış iken küfre dönmeyi cehennem ateşine atılmak gibi kötü görmek.” (Nevevî, Riyâzü’s-sâlihîn, hadîs no: 375). İman ile sevgi arasındaki ilişki bu kadar güçlü ve ayrılmazdır.

Allah’a güvenmenin nasıl olması gerektiği, “Allah’ın dışındaki güvenilecek şeyleri (tağût) inkâr eden ve sadece Allah’a inanan, asla kopmayacak olan sağlam bir kulpa yapışmış olur” (el-Bakara 2/256) mealindeki ayette belirtilmiştir. Buna göre kişinin yegâne güvence kaynağı Allah olmalıdır. Nitekim namaz kılarken her rekatta okunan Fatiha suresinde “Biz sadece sana ibadet eder ve sadece senden yardım dileriz” (el-Fatiha 1/5) diye Allah’a dua ediyoruz. Bu hal ve tavır içerisinde olan kişi, sağlam inanç sahibidir. Sadece Allah’a yönelmek demek, dünya ile alakayı koparmak anlamına alınmamalıdır. Çünkü insan Allah’ın yarattığı ve düzenlediği dünyada yaşamaktadır. Bunun gereği olarak onun Allah’ın dünyaya koyduğu düzene ve nizama uyması gerekir. Yaratılıştan gelen dünyadaki doğal düzeni gözetmek, dolaylı olarak Allah’a güvenmek anlamına gelir. Yoksa Allah’a güvenmek adına dünyada varolan şartları ve imkanları göz ardı etmek doğru değildir. Aynı yaklaşım insanî çevre ile olan ilişkide de bulunmalıdır. Bu anlamda çevreye güven telkin eden bir hal ve tavır içinde olmak önemlidir. Böylece tabiî ve insanî çevre ile güvene dayalı bir ilişki kurulmuş olur.

Allah’a karşı samimiyet ise, kişinin Allah’a ve koyduğu doğal düzene ve görev olarak yüklediği kurallara kendinden bir yönelişle uyması demektir. Sözgelimi kişi, kış geldiğinde üşümemek için kalın elbise, yazın da bunalmamak için ince elbise giyer. Bu, aslında Allah’ın kainata koyduğu kanunlara uygun yaşamaktır. Ancak her insanın bu düşünce ile hareket etmesi beklenmez. Bu yüzden Yüce Allah, koyduğu düzenin ve verdiği nimetlerin kıymetinin bilinip bilinmediğini sınamak için kainata koyduğu kurallar dışında insana bir takım ödevler/görevler de yükler. Yüklenilen bu ödevler, Allah’ın kainata koyduğu kuralları dışlayan veya zorlayan bir özellikte değildir. Kişi Allah’ın kendisine yüklediği ödevleri yerine getirirken kainata konulan doğal düzene aykırı bir davranış içerisinde olmaz. Bu ödevler, sadece kulun kulluğunu ölçmek içindir. Diğer bir ifade ile kulun Allah’a karşı samimiyetinin testten geçirilmesidir. Nitekim Yüce Allah kullarına şöyle sesleniyor: “Muhakkak ki, ben Allah’ım. Benden başka tanrı yoktur. Bana ibadet et ve beni hatırlamak için namaz kıl” (Tâhâ 20/14). Sonraki ayette ise Allah’ın kıyamet günü insanlara inançlarındaki samimiyeti göstereceği ve kimin imtihanı kazanıp kimin kazanmadığını ilan edeceği bildiriliyor. Bu imtihan dolayısıyladır ki, hem ölüm vakti hem de kıyamet saati gizlenmiştir (bk. Tâhâ 20/15-16). Öyleyse insan, samimi bir şekilde, dini sadece Allah’a ait kılarak inanır ve sâlih amel işlerlerse, imtihanı başarı ile atlatmış olur (bk. ez-Zümer 39/11, 14). Allah’ın insandan istediği de budur. Eğer Allah bütün insanların kaybetmesini istese idi, hiçbir peygamber göndermezdi. Nitekim Allah’ın, son peygamber olan Hz. Muhammed için “Seni ancak alemlere rahmet olasın diye gönderdik” (el-Enbiyâ 21/107) buyurması bunun en açık delilidir.

 Aidiyet

Aidiyet, bir şeye ait olmak, kişinin kendisini bir şey ile ilişkilendirmesi, irtibatlandırması veya herhangi bir şekilde bir ilgi kurması demektir. Bakıldığında aidiyette iki uçun ve bu uçlar arasında bir irtibatın bulunduğu görülmektedir. Diğer bir deyişle aidiyet, söz konusu iki uç arasında var kılınan irtibatın veya kurulan ilginin adıdır. Anılan aidiyet, bizzat bir şahsın kendisini iradeli ve şuurlu bir şekilde bir şeye nispet etmesiyle gerçekleşebileceği gibi, iradesi dışında üçüncü bir tarafça bir nispetin kurulması şeklinde de gerçekleşebilir. Tabii ki bu ikinci durumda bir irade ve şuur hali söz konusu değildir. Cansız bir nesnenin diğer bir nesneye ya da bir şahsa nispeti de aynı kategoriye girer. Bu nispet, şahıs söz konusu olduğunda sahiplik, nesne söz konusu olduğunda sıfat ya da şeyin bir unsuru anlamına gelir. Ancak bizim bu bildiride aidiyet ile ele almak istediğimiz konu bu değildir. Çünkü bu şekil bir nispette pasif bir aidiyet söz konusudur. Halbuki bizim ele almak istediğimiz aidiyet aktif aidiyet diyebileceğimiz, tarafların her ikisinde veya en azından birinde iradeli bir yönelişin bulunması halidir.

Bir önceki paragrafta geçtiği gibi insanın bilinçli aidiyeti, tek taraflı da olsa aktif bir katılımla gerçekleşen iradeli bir davranış veya yöneliş halidir. Ancak bu durumda aidiyet ile inanç arasına bir irtibat kurmak mümkün olabilir. Çünkü inanç bilinçli bir davranış veya yöneliştir. Kelâm mezheplerinden Mâtürîdîlerin üzerinde ağırlıklı olarak durduğu gibi inanç bir tercihtir, tercih ise ancak özgür bir irade ile ortaya konulur ve gerçekleşir. İradenin olmadığı yerde yapılan tercih, ya zorlama veya çaresizlik sonucu bir gerçekleşmedir. Her iki durumda da yani zorlama ve çaresizlik halinde inandığını beyan eden kişi gerçek anlamda mümin, aradaki irtibat da iman olarak nitelenemez. Bu durum Kur’an şöyle ifade edilir: “Çölden gelen bedevîler, ‘biz inandık’ dediler. Onlara şöyle de: ‘Hayır siz inanmadınız. Biz teslim olduk deyiniz. Çünkü iman henüz kalplerinize girmedi. Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanırsanız, yaptıklarınızdan hiçbir şey eksilmez. Çünkü Allah bağışlayandır ve rahmet edendir.” (el-Hucurât 49/14). Ayette aidiyetin ancak kalbî bir katılımla yani gönülden olmasına, hiçbir baskı ve zorlama altında kalınmamasına ve aynı zamanda bir çaresizliğin neticesi olarak gerçekleşmemesine dikkat çekilir. Yine aynı ayette iman, gönüllü bir boğun eğiş, Allah ve Elçisine bilerek ve isteyerek itaat etmek olarak tanımlanır. Öte yandan bir bedevînin gelip sözde ve sözle “Ben sana inandım” demesinin yeterli bulunmadığı, kalbî bir bağlanışın gerekliliğine işaret edildiği de açıktır.

Aidiyet, insanın doğumu ile başlar, anne-baba, aile, mahalle veya köy, şehir ve ülke şeklinde genişler. Bu genişleme suya atılan bir taşın meydana getirdiği dairevî dalgalar şeklindedir. İlk şekli güçlü ve hacimli, yayıldıkça daha geniş ama bir o kadar belirsiz bir görüntü verir. Bakıldığında insanın anne-babası ve ailesiyle olan irtibatı daha canlı ve kuvvetli iken, diğer aidiyetler buna paralel olarak kuvvetlenir veya zayıflar. Aile aidiyetinin güçlü olduğu fertlerde vatanseverlik, kendi toplumuna karşı olan ilgi ve bağlılığı da o oranda güçlü olur. Çünkü aidiyet bir olmak ve birlikte olmak kültürünü beraberinde getirir. Bir ve birlik olmak ailede başlar ve oradan alınan eğitim ve edep ile gelişir; mahallenin sakini, şehrin hemşehrisi veya ülkenin vatandaşı olmak bilincine evrilir.

Aidiyet duygusunun olmaması hali, eskilerin ifadesiyle serserilik, bugünkü deyimle başıboşluk olarak nitelenen haldir. Bu halde olan fertler için birlikte olmak veya birlik olmak söz konusu değildir. Çünkü o, hiçbir kişiyle, şeyle veya yerle bağı olmayan, halk deyimi ile nerde akşam orada sabah diyen bir tiptir. Bu kişi için mahallenin sakini, şehrin hemşehrisi veya ülkenin vatandaşı olmak bir anlam ifade etmemektedir. Çünkü aile bağı yoktur ve bunun diğer aidiyetlere tahavvülü ve onları desteklemesi söz konusu değildir.

Benzer durum her ne kadar bir zorunluluk hali olarak ortaya çıksa da ailesi olmayan çocuklar, aileden kopmuş yetişkinler ve ailesini kaybetmiş yaşlıların yani kimsesizler için de geçerlidir. Zaten bunlar için bir aile, bir mahalle veya şehir olmadığı için kimsesiz denilmiştir. Bu yüzden böyle olan fertlere büyük aidiyet dairesini temsil eden devlet sahip çıkar ve onlar için farklı bir aidiyet alanı veya şekli oluşturur. Bu durum aidiyet noktasından beklentilere cevap vermese de zaten marazi bir durum olan kimsesizlik için geçici de olsa bir çözümdür.

Modern zamanların getirdiği, özgürlük, bireyselcilik ve serbestiyetcilik, aidiyet olgusunu zayıflatan gelişmeler içerisinde değerlendirilebilir. Özgürlüğün bugün geldiği nokta, biraz önce ifade edilen başıboşluktur. İstediğini yapmak veya istediği şekle ve duruma girmek özgürlük olarak algılanmakta ve uygulanmaktadır. Aslında özgürlüğün geldiği bu son durum başka bir açıdan bakıldığında tam bencillik halidir. Kendisini önemseyen ve başkalarını hesaba katmayan bir hayat tarzı özgürlük adı altında özellikle gençler arasında yaygınlık kazanmaktadır. Bu da başta aile aidiyeti olmak üzere toplumsal bağlara zarar vermekte hatta yok etmektedir.

Bireyselcilik ise, özgürlüğün beslediği ve insanlara kazandırdığı bir olgudur. Toplumun bir ferdi olan kişi, önce kendi varlığını öncelemekte ve oradan hareketle toplumu tanımlamaktadır. Bu anlamda bireyselcilik benmerkezcilikle eş anlamlıdır. Benin merkeze alındığı ve oradan hareketle bir hayat tarzının oluşturulma düşünce ve çabasıdır. Halbuki aidiyette benin bir başka kişiye veya gruba nispeti ve oradan hareketle kimliğinin tanımlanması durumu söz konusudur. Açacak olursak kişi, anne-babaya nispeti, aileye bağlılığı ve toplum içindeki yerine göre kimlik kazanır. Bireyselcilik ise bunun tam tersine işleyen bir mekanizma öngörür. Önce ben ve oradan sonra diğerlerinin sıralanması söz konusudur.

Serbestiyetcilik nam-ı diğer liberalizm, her ne kadar farklı şekillerde algılansa da son kertede kişinin bağlarını sorguladığı veya kısıtlayıcı bağlardan kurtulmayı hedeflediği için aidiyet ile zıt bir durumu çağrıştırır. Teorik düzeyde olumlu bir takım anlamlar taşısa da popüler düzeydeki anlamı, kişilerin her türlü değer yargısını ve maddi-manevi kişisel bağları yok sayması hali olarak ortaya çıkmaktadır.

Şunu kabul etmek gerekir, modernizm, liberalizm, bireyselcilik, hümanizm gibi düşünce sistemleri aslında insana fayda sağlamak, yeni ve yararlı bir yaşam tarzı oluşturmak üzere ortaya atılmış, geliştirilmiş ve bugünkü şeklini almış sistemlerdir. Ancak bu sistemlerin pratik hayata yansıması ve popüler kültür içerisindeki tezahürü, teorik çerçevede ortaya konulan ile aynı olmamıştır. Bu sistemlerin bizi ilgilendiren tarafı onun yansımaları veya görüntüleridir. Değilse bizim burada o sistemleri teorik düzeyde ele alıp tartışmak gibi bir niyetimiz yoktur. Aidiyet noktasından bakıldığında özellikle pratik hayatta bu sistemlerin yetersiz kaldığı açıktır.

  • PAYLAŞ