Arapçada “bir kişiyle birlikte bulunmak, onunla dost ve arkadaş olmak” anlamındaki sohbet kelimesinden türeyen sahâbe tabiri, sâhib kelimesinin çoğuludur. Sahâbe ile birlikte ashâb da sıkça kullanılmakta olup, bu kelimenin tekili ise sahâbîdir. Gerek Sahâbî, gerekse Sahâbe ve Ashâb kelimeleri İslâmiyet’le birlikte, Allah Rasûlü’nü (sav) görüp ona inanan kimseler için yaygın olarak kullanılmıştır.
İslâm âlimleri tarafından Sahâbe’nin çeşitli tanımları yapılmıştır. Bu tabiri ilk tarif edenlerden Saîd b. Müseyyeb’in, “Hz. Peygamber ile bir veya iki sene arkadaşlık yapan, yahut onunla bir veya iki gazveye katılan kimse sahâbî sayılır” dediği rivayet edilmişse de[1], bu tanım yetersiz görülmüş, Rasûl-i Ekrem (sav) ile görüşüp müslüman olduğu halde uzun zaman yanında kalmayan ve onunla birlikte savaşa katılmayan binlerce sahâbîyi kapsam dışı bıraktığı için benimsenmemiştir. Sahâbî kabul edilmek için buluğa ermiş olmayı şart koşan Vâkıdî’nin tarifi ise, Rasûlüllah’ı (sav) bulûğ çağından önce gören ve ondan rivayette bulunan iki torunu Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ile Abdullah b. Abbâs ve Abdullah b. Zübeyr gibi genç sahâbîleri tarifin dışında bıraktığı[2], Hz. Peygamber’i (sav) görmek yanında ondan bir veya iki hadis rivayet etme şartı da, hadis rivayet etmeyen binlerce sahâbîyi içine almadığı için muteber görülmemiştir. Ali b. Medînî, Ahmed b. Hanbel ve Buhârî tarafından yapılan ve iman edip çok kısa bir süre de olsa Rasûl-i Ekrem’i görenlerin sahâbî sayıldığını vurgulayan tanımlar ise, görmeyi şart olarak ileri sürmekle âmâları dışarıda bıraktığı, İslâm üzere ölme şartını zikretmeyerek Rasûlüllah (sav) ile görüştükten sonra irtidad edenleri de içine aldığı gerekçeleriyle yeterli bulunmamıştır.
Usûl-i fıkıh âlimlerinin Sahâbe tariflerinde, Hz. Peygamber’le (sav) altı ay veya daha fazla birlikte bulunmak, ilim öğrenmek maksadıyla yanına çokça gidip gelmek ve kendisinden hadis rivayet etmiş olmak gibi şartlar aranmaktadır. Hadis âlimlerinin Sahâbe tarifi ise buna göre daha kapsamlıdır. Nitekim İbn Hacer el-Askalânî, sahâbîyi “Hz. Peygamber’e mümin olarak erişen ve müslüman olarak ölen kimse” şeklinde tarif etmiştir.[3] Daha sonra cumhurun görüşü olarak kabul edilen bu tarif ışığında, muhaddislerin Sahâbe anlayışı şu şekilde tanımlanabilir: Sahâbî olmak için Rasûl-i Ekrem’i (sav) uyanık iken bir an bile görmek yeterlidir. Kendisiyle uzun zaman beraber olmak, yolculuk etmek veya gazaya gitmek ya da kendisinden hadis rivayet etmek sahâbî sayılmak için şart değildir. Abdullah b. Ümmü Mektûm gibi âmâ olması sebebiyle Allah Rasûlü’nü (sav) göremeyen ancak onunla sohbet imkânı bulanlarla, Mekke’nin fethi ve Veda haccında olduğu gibi kendisiyle doğrudan ilişki kurarak sohbet etme imkânı bulamayan, fakat Rasûlüllah’ın (sav) kendilerini gördüğü kimseler de sahâbîdir. Rasûl-i Ekrem (sav) ile görüşüp sohbet eden bir sahâbînin müslüman olarak ölmesi şarttır. Müslüman olmadan önce Hz. Peygamber’i (sav) görmekle beraber, onun vefatından sonra İslâmiyet’i kabul eden kimselerle, Rasûlüllah’ın (sav) huzurunda müslüman olduktan sonra irtidad eden ve bu hal üzere ölen kimseler kesinlikle sahâbî kabul edilmez. Sahâbî sayılmak için bulûğ çağına erişmek şart olmayıp, sadece temyiz kudretine sahip bulunmak yeterlidir.
Kur’ân-ı Kerîm’in “insanlık için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet” diye tanıttığı[4] Sahâbîler, İslâm ümmeti içinde en değerli ve faziletli nesil kabul edilir; onlar bu değer ve fazileti, taşıdıkları güçlü iman ile sergiledikleri örnek davranışları sayesinde elde etmişlerdir. İslâm’a girdikleri andan itibaren güçlü bir imanla birlikte, kabul ettikleri yeni dinin gereklerini tam bir teslimiyetle yerine getirmişlerdir. Sahâbe’nin büyük bir kısmı ömrünü Allah Rasûlü’nün (sav) yanında tamamlamış, onunla savaşlara katılmış dinin yayılması için büyük gayret göstermiştir. Bu dönemde Ashâb içinde İslâm karşıtları tarafından tehdit ve işkencelere muhatap olan, hatta ölümle cezalandırılan, dinleri uğruna yurtlarını, mallarını, eş ve çocuklarını terk edip başka beldelere hicret etmek zorunda kalanlar olmuş; ancak onlar inançlarından, Allah’a ve elçisine bağlılıklarından hiçbir surette geri dönmemişlerdir. Bu hususiyetleri sebebiyledir ki, Cenâb-ı Hak, Kur’ân’da Ashâbı övmüş onların Allah ve Rasûlü’ne (sav) iman edip tam teslimiyet gösterdiklerini ve büyük ecir kazandıklarını[5] , Allah’ın kendilerinden, kendilerinin de Allah’tan razı olduğunu ve ebedî kalacakları cennetin onlar için hazırlandığını bildirmiştir.[6] Ayrıca onların kendilerinin Allah’a ve Rasûlü’üne (sav) yardım eden sâdık müminler oldukları[7], gerçek müminler olarak bağışlanacaklarını ve âhirette cömertçe rızıklandırılacakları[8] haber vermiştir. Hz. Peygamber (sav) de Ashâbından bahsederken, onları “insanlık tarihinin en hayırlı nesli”olarak nitelemiştir.[9]
Sahâbî olmadıkları halde böyle bir iddiada bulunanları belirlemek ve sahâbîliğin suistimal edilmesini önlemek için hadis âlimleri, Sahâbeyi tanıma konusu üzerinde hassasiyetle durmuşlar ve belirledikleri yollardan herhangi biriyle sahâbî olduğu anlaşılanları bu nesilden kabul etmişlerdir.
İslâmiyet’in başlangıç dönemlerinden itibaren hadis âlimleri Sahâbîleri bütün olarak farklı bir nesil olarak değerlendirmekle birlikte, onlar fazilet yönünden aynı derecede görülmemişlerdir. Zira onların bir kısmı, İslâmiyet’in ilk günlerinde iman etmiş ve hayatını Rasûlüllah (sav) ile geçirmiş, bir kısmı da onunla çok daha az görüşme imkânı bulmuştur. Aralarında inancı uğruna işkence gören, İslâm Peygamberi (sav) ile savaşlara katılan, din uğruna malını harcayan, yerini yurdunu terk etmek zorunda kalan ve hatta şehid edilenler de mevcuttur. Bütün bu hususları göz önüne alan hadis âlimleri, Sahâbeyi kendi aralarında tabakalara ayırmışlardır. Genellikle İslâm’a giriş önceliği esas alınan bu ayırımlar arasında Hâkim en-Nîsâbûrî’nin on ikili tasnifi daha çok kabul görmüştür: 1. Mekke’de erken dönemde müslüman olanlar; bunların başında Hulefâ-i Râşidîn gelmektedir. 2. Dârünnedve mensupları; bunlar Dârünnedve’de müslüman olan Ömer ile birlikte Hz. Peygamber’e (sav) biat edenlerdir. 3. Habeşistan’a hicret edenler. 4. Birinci Akabe Biatı’na katılanlar. 5. İkinci Akabe Biatı’na katılanlar. 6. Mekke’den Medine’ye göç eden ilk Muhâcirler. 7. Bedir Gazvesi’ne katılanlar. 8. Bedir Gazvesi ile Hudeybiye Antlaşması arasında hicret edenler. 9. Bey’atürrıdvân’a katılanlar. 10. Hudeybiye Antlaşması ile Mekke’nin fethi arasında hicret edenler. 11. Mekke’nin fethi günü müslüman olanlar. 12. Mekke’nin fethi ve Veda haccı sırasında Hz. Peygamber’i (sav) gören çocuklar.[11]
Sahâbe arasında fıkıhta derinleşip müctehid seviyesine ulaşan ve fetva vermekle tanınan pek çok şahıs bulunmaktadır. Bunlar, sahip oldukları bilgiler ve fetvalarının sayısı bakımından aynı seviyede olmayıp, Hz. Peygamber’in (sav) yanında bulunma sürelerine, ilme önem verme durumlarına ve kavrayış yeteneklerine göre farklılık gösterirler. İbn Hazm, fetva verdikleri bilinen ve fetvaları kaynaklarda yer alan erkek ve kadın Sahâbe sayısını 162 olarak tespit etmiş, bunlardan 142’sinin erkek, yirmisinin kadın olduğunu belirtmiştir. Bunlar arasında Hz. Ömer, Abdullah b. Mes’ûd, Hz. Ali, Zeyd b. Sabit, Hz. Âişe, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Ömer en çok fetva veren yedi kişi kabul edilir.[12]
Bütün sahâbîler Hz. Peygamber’den (sav) hadis rivayet etmemiş, rivayet edenler de farklı sayıda hadis nakletmişlerdir. Bu durum, sahâbînin hafızasının kuvvetli veya zayıf olması, Allah Rasûlü’nün (sav) yanında az veya çok kalması, ilim yerine cihada önem vermesi, kendini idarî işlere ve ibadete hasretmesi, hata etme endişesiyle hadis rivayetinden kaçınması ve ömrünün kısa olması gibi sebeplere dayanmaktadır. Rivayet ettikleri hadis sayısına göre sahâbîler “müksirûn” ve “mukıllûn” şeklinde temelde ikiye ayrılır. Buna göre 1000’den çok hadis rivayet edenlere müksirûn denilmiştir. Yedi kişi olan müksirûndan Ebû Hüreyre, mükerrerleriyle birlikte 5374, Abdullah b. Ömer 2630, Enes b. Mâlik 2286, Hz. Âişe 2210, Abdullah b. Abbâs 1660, Câbir b. Abdullah 1540, Ebû Saîd el-Hudrî 1170 hadis rivayet etmiştir.[13]
Sahâbenin sayısı hakkında da kaynaklarda kesin bilgi bulunmamaktadır. İmam Şâfıî, Hz. Peygamber’i (sav) gören ve ondan rivayette bulunan Sahâbe sayısının 60.000 civarında olduğunu, Ebû Zür’a er-Râzî, Rasûl-i Ekrem’le (sav) birlikte Tebük Gazvesi’ne 70.000, Veda haccına 114.000 kişinin katıldığını, Ebû Mûsâ el-Medînî ise Hz. Peygamber (sav) vefat ettiğinde onu gören ve kendisinden hadis rivayet eden Sahâbe sayısının 100.000’den çok olduğunu belirtmektedir. Bu konuda daha gerçekçi bilgilere ulaşabilmek için sahâbîlerin biyografilerine dair eserlerdeki rakamları esas almak gerekir. Bu alandaki eserlerin en kapsamlısı İbn Hacer el-Askalânî’nin el-İsâbe’si olup, bir sayıma göre burada 12.304 isim yer almaktadır. Ancak eserde geçen mükerrerler, ve yanlışlıkla sahâbî olarak zikredilenler çıkarıldığı takdirde adı bilinen Sahâbe sayısı toplam10.000’i geçmez.[14]
[1] Hatîb el-Bağdâdî, el-Kâfiye, s. 68-69.
[2] Hatîb el-Bağdâdî, s. 69.
[3] İbn Hacer, el-İsabe, I, 6.
[4] Âl-i İmrân 3/110.
[5] Âl-i İmrân 3/172, 173.
[6] Tevbe 9/100.
[7] Haşr,59/8.
[8] Enfâl 8/74.
[9] Buhârî, Fezâ’ilü Asâbi’n-Nebî ,1; Müslim, Fezâllü’s-Sahâbe , 211,212.
[10] Müslim, Fezâ’ilü’-Sahâbe, 217.
[11] Hâkim, en-Nisâbûrî, Ma’rifetü Ulûmi’l-Hadîs, s. 22-23.
[12] İbn Hazm, Ashabü’l-Fütyâ, s. 323.
[13] Ekrem Ziya Ömerî, Bâkî b. Mahled el-Kurtubî ve Mukaddimetü Müsnedih, s. 23-24.
[14] Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Efendioğlu, Mehmet, “Sahâbe”, DİA, XXXV, 491-500.