VELÎ – Seven, Sevilen, Koruyan, Yardım Eden




Prof.Dr. Cağfer KARADAŞ

Allah, mümin kulunun velîsi, koruyucusu, yardımcısı ve sevenidir. Yüce Allah kendisine inanan, kendisine yönelen kulunu sever, ondan razı olur, onu kötülüklerden korur, düşmana ve belalara karşısında himaye eder, yardımına muvaffak kılar. O’nun yardımı kulunu küfür ve günah karanlığından iman ve ibadet aydınlığına çıkarmasıdır. “Allah müminlerin velîsidir. Onları zulumâttan nura çıkartır.” (el-Bakara 2/257) ayeti buna işaret eder. Öte yandan Yüce Allah bu ayette müminlerin işlerini tekeffül ettiğini ve kafirlere karşı onları himayesi altına aldığını bildirir. Zaten ayette geçen nûr ile iman, zulmek ile de küfür kastedildiği tefsirlerde ifade edilir. Bu durumda Allah’ın mümine yardımı, onu küfre ve kafire karşı himaye etmesidir. (Te’vilât, I, 216, Mefatîh, VII, 17-18.)

Sözlük anlamı itibariyle mastar kalıbında velî, yakın olmak ve birini takip etmek anlamlarına geldiği gibi, isim olara velî, bir yağmurun ardından yağan ikinci yağmur anlamına gelir. Ardı ardına yağan bahar yağmurları için de bu isim kullanılır. Daha sonra bu anlamlarından hareketle bir kişinin dostu, yar ve arkadaşına da velî denilmiştir. Buna göre velî kelimesinin ifade ettiği dostluk basit bir dostluk değil, araya yabancı bir kimsenin veya unsurun girişine izin vermeyecek derecede bir yakınlığı ve sürekliği ifade eder. Kişi burada hem muhib hem de mahbubdur. Yani seven aynı zaman da sevilendir (Kâmus Tercemesi, III, 951, Külliyat, s. 870). Bir başka anlamı itibariyle velî kavramı mekan, niyet, din yakınlığını ihtiva eder. Velî denildiğinde dostluk, yardımcı olmak ve inanmak hallerinin kendisinde tezahür ettiği zat veya şahıs anlaşılır. Ayrıca velî, aynı konumda bulunan aynı niyette birleşen ve aynı dini paylaşan insanların vasfıdır.  Bu şekliyle velîlik bir güvence mekanizmasına dönüşür. Burada iki taraf söz konusu olduğuna göre güven ve inanç karşılıklı hale gelir. Bu durumda Allah da velîdir, kul da velîdir. Allah kulun yardımcısı, kul ise Allah’ın sadık bendesidir. Mevlâ kelimesi de velî ile yakın anlamlıdır. Aradaki fark kul için Allah’ın mevlâsı denilemez. Allah kulun mevlası, kul ise onun velîsidir demek doğrudur. Nitekim ayetlerde de bu şekilde geçer. “Bilin ki, Allah sizin mevlânızdır. O ne güzel mevlâ ne güzel yardım edicidir” (el-Enfâl 8/40). “Allah’a sımsıkı sarılın, o sizin mevlânızdır. O ne güzel mevla ne güzel yardım edicidir” (el-Hac 22/78) Zaten “Allah dışında sizin için ne bir velî ne de bir yardım edici vardır” (el-Bakara 2/107) ayetiyle de gerçek anlamda başka yardım edicinin olmadığı açıkça ifade edilir. (el-Müfredât, s. 837).

Buraya kadar verilen bilgilerden anlaşıldı ki, müminlerin velîsi öncelikle ve sadece Yüce Allah’tır. Ancak yüce Allah izni ve emri doğrultusunda melekleri  koruma, yol gösterme, müjdeleme ve vaat edilen cennete ulaştırma görevleri ile müminlerin velileri kılmıştır. Bu müminlerin inanmaları ve istikamet üzere olmalarının bir karşılığıdır. “Rabbimiz Allah’tır deyip istikamet üzere olanlara melekler gelir ‘korkmayın, üzülmeyin hatta size vaat edilen cennete gireceğiniz için sevinin; bizler hem dünyada hem ahirette sizlerin velileriyiz (koruyucuları ve dostlarıyız), orada canınızın istediği her şeye kavuşacak ve her istediğinizi bulacaksınız” (bk. Fussilet 41/30-31). Bunun yanı sıra insanların hidayetine vesile olmak üzere Allah’ın görevlendirdiği ve gönderdiği peygamberler ile ona inanan ve gösterdiği yolda giden müminler de velîdirler. Bunu ifade sadedinde Yüce Mevlamız “Sizin velîniz (dost ve yardımcılarınız) Allah’tır, Rasûlü’dür ve de namaz kılan, zekat veren ve hakka boyun eğen müminlerdir. Kim Allah’ı ve Rasûlünü dost edinirse şu kesindir ki, Allah’tan yana olanlar başarılı olacaklardır” (el-Maide 5/55-56) buyurarak, dostluk hiyerarşisini ortaya koyar. Öyleyse mümin, öncelikle Allah’a dayanır, ona güvenir ve ona yönelir, melekler vasıtasıyla destek verildiği bilincinde olur, ardından Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) sünnetine tabi olur ve onun çizdiği yolda gider, son olarak da müminleri dost edinir, onlara güvenir ve güven telkin eder. Mümin olmayanlar gerçek anlamda dost olamazlar. “Müslüman diğer Müslümanların elinden ve dilinden emin olandır” (Keşfu’l-hafâ, II, 273) hadîs-i şerîfi de buna işaret eder. Bu aynı zamanda müminin firaseti ve hassasiyetidir. Müminin dostu mümindir. Bu hassasiyete dikkat sadedinde Yüce Mevlamız “Mü’minler, inananları bırakıp da kafirleri dost edinmesinler” (Âl-i İmrân 3/28) uyarısında bulunur. Çünkü kafirin dostu şeytandır ve Allah’ın dışında rab edinilen tâgûttur. Allah’ın dışında rab edinilen, dayanılan ve yardım istenen tâğût ancak insanı imanın aydınlığından küfrün karanlığına götürür (el-Bakara 2/257). Şeytan ise kendisini dost edinen insanları, yaptıkları kötü işleri kendilerine güzel göstermek suretiyle acıtıcı cehennem azabına sürükler (en-Nahl 16/63). Her ne kadar bu tür dostluklar dünyevî planda yarar ve menfaat sağlasa bile ahiret söz konusu olduğunda her hangi bir faydasından söz edilemez. Bu en açık biçimiyle kıyamette tezahür edecektir. Çünkü “O gün gerçek mülk Rahmanındır. O gün kafirler için sıkıntılı bir zamandır. Pişmanlıktan ellerini ısırarak ‘keşke Peygamber’in yolunu tutsaydım, yazıklar olsun bana, keşke falan kimseyi dost edinmeseydim. O kişi, Allah’ın kelamı bana geldiğinde beni şaşırttı/aldattı’ diyecek. Halbuki şeytan insanı hep böyle yalnız ve yüzüstü bırakır” (el-Furkân 25/26-29).

Ancak burada bir hususa açıklık getirmek gerekir. Bu da inanmayan insanların dost edinilmemesi, onlara kötü davranılması veya bütünüyle ilişkilerin koparılması anlamına gelmez. Buradaki dostluk, imanı ve dini ilgilendiren konulardaki bir dostluktur. Bunun dışında ticarî ve sosyal bir takım ilişkilerin kurulması her zaman mümkündür ve mubahtır. Sosyal hayatta mümin olmayan insanlarla birlikte bulunulması ve insanî bir takım dostluklar kurulması söz konusu olabilir. Nitekim Hz. Peygamber Medine’ye geldiğinde içtenlikle ve dürüstçe Yahudilerle böylesi bir ilişki ortamı oluşturmaya çalışmış, ancak Yahudiler bu zemini yok etmişlerdir.

Allah’ın velîlik sıfatı karşısında insanın da bu sıfatı kendisine edinmesi, diğer bir deyişle Allah’ın velî sıfatını kendisi üzerinde tezahür ettirmesi gerekir. Muhyiddîn İbn Arabî kamil mümini “Allah’ın isimleri ile ahlaklanan” olarak tanımlar (el-Futûhât, III, 325). Bunun anlamı Allah’ın yüce isimlerini insanın kendi üzerinde göstermesi ve o isimler doğrultusunda ahlakî bir davranış ortaya koymasıdır. Allah’ın dostluk eline karşı müminin elini çekmesi veya sırtını dönmesi, yalnız ve yardımsız bırakılmasına neden olur. Halbuki mümine düşen Allah’ın dostluk eline karşılık elini uzatması, samimi ve sadık bir dost olduğunu göstermesidir. Bu da ancak sağlam bir iman ve bu iman doğrultusunda iyi işler yapmak ile mümkündür. Böyle olan mümin kulunun Allah gözü, kulağı ve eli olur. Böylelikle kul, hakkı görür, hakkı işitir, hak olana ve hakkı olana elini uzatır. Nitekim, hadîs-i kudsîde Rabbimiz şöyle buyurur: “Ben kulumun düşündüğü gibiyim. Beni andığında yanında olurum. Beni tek başına anarsa ben de onu anarım. Beni bir topluluk içinde anarsa ben onu daha hayırlı bir topluluk içinde anarım/daha hayırlı bir topluluk içinde anılmasını sağlarım. Bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım. Bana bir arşın yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelirse/yönelirse, ben ona koşarak gelirim” (Mişkâtü’l-envâr, no. 27).

Gazzâlî ise Allah’ın mahbûbu/sevgilisi makamına ermiş bulunan velî kulunu şöyle tarif ve tavsif eder: Allah’ı ve Allah’ın dostlarını sever, Allah’a ve Allah’ın dostlarına yardım eder, nefis ve şeytan gibi Allah’ın ve Allah dostlarının düşmanlarına düşman olur. Kim bu düşmanlardan uzaklaşır ve Allah’ın dinine ve dostlarına yardım eder, düşmanlarına da düşman olursa, bu kişi kullar içinde Allah’ın gerçek velîsidir. (el-Maksad, s. 100).

“Ya Rabbi, sen bizim velîmizsin, bizi bağışla, bize rahmet et! Çünkü sen bağışlayanların en hayırlısısın” (el-A’râf 7/155)

Kaynaklar

Ebû Mansûr el-Matürîdî, Te’vilâtü ehli’s-sunne (nşr. Fatıma Yusuf el-Haymî), Beyrut 1425/2004, I, 216.

Gazzalî, el-Maksadü’l-esnâ fî şerhi esmâi’l-lahî’l-hüsnâ, Beyrut, Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye, s. 89.

Fahreddîn er-Razî, Mefâtîhu’l-Gayb-et-Tefsîru’l-Kebîr, Beyrut ts. Daru İhyai’t-Turasi’l-Arabî, VII, 17-18.

Muhyiddîn İbn Arabî, el-Futûhât el-Mekkiyye (nşr. Osman Yahya), Kahire 1394/1974, III, 325.

Muhyiddin İbn Arabî, Mişkâtü’l-Envâr-Nurlar Hazinesi (trc. Mehmet Demirci), İstanbul 1990, s. 114.

Mütercim Asım, Kamus Tercemesi, İstanbul 1272, III, 951.

Ebu’l-Bekâ, el-Külliyât, Beyrut 1412/1992, s. 870.

Suat Yıldırım, Kur’an’da Uluhiyet, İstanbul 1987, s. 97-99.

Metin Yurdagür, Esmâ-i Hüsnâ, İstanbul 1996, s. 158-160.

Ahmed Abdulcevad, Ve Lillahi el-Esmaü’l-Hüsnâ, Beyrut, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, s. 149-151.

Cağfer Karadaş, Muhyiddîn İbn Arabî, İzmir 2008, s. 230-232.

 

  • PAYLAŞ